KİTAP DEĞERLENDİRMESİ: Portreler

Akif Emre, Portreler, İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2020.

 

PORTRELER

 

Kitabın içindekiler bölümüne baktığımda Türkiye’nin önemli yazarlarının Akif Emre gözünden analizlerini göreceğime, Türkiye’den ve dünyadan farklı kişiler ve olaylar hakkında incelemeler olduğuna dair bir fikir oluştu. Mustafa Kirenci kitabın ana düşüncesini “Akif Emre’de insan yüzünün gerisindeki zihniyetleri, düşünme biçimlerini, tutum ve davranışları, toplumsal rolleri, kişi ve toplum bazında olayların ve kişilerin–aydın vs. zihin dünyalarındaki silik ya da derin izlerini araştırıyor, sorguluyor ama en doğru ifadeyle analiz ediyor” diye ifade etmiştir. Kitabın ilk bölümünde Akif Emre’nin bir söyleşisine yer verilmiş. Bu söyleşiden Akif Emre’nin tarih bilinci olan ve geçmişini muhafaza etmeye çalışan bir yazar olduğu ve seyahatlerinde bilinen yerlerden çok bilinmeyen yerleri anlatmayı ve gezmeyi tercih ettiğini anlıyoruz. Benim en çok beğendiğim yerlerden biri Emre’nin aydın tanımını ve fikrinin nasıl olması konusunda yaptığı yorum: ‘’Aydın kendi fikri bile olsa her zaman muhalif olmalıdır ve muhalefet olmazsa ortaya yeni bir şey çıkmaz.’’

Kitabın ana bölümüne geldiğimde ise Türk bilim ve sanat hayatını etkilemiş sanatçıları ve onların nasıl anlaşıldıklarıyla ilgili farklı bir bakış açısıyla (bence bakılması gereken) analiz etmiş. İlk isim olan Mimar Sinan’ın mirasına ne denli baktığımızı ve ona ne kadar önem verdiğimizi, daha doğrusu vermediğimizi, örnekleriyle aktarmış. Batının kendi tarihinin çirkinliğini örtmek için doğunun tarihini karalama ve unutturma çabasından ve bunun sonucu olarak kendi öz tarihini çirkin bir yaftalama ile bilen Doğulunun kendinden utanır olması vurgulanan noktalar arasındadır. Mimar Sinan’ın evinde olan durumun da bundan farkı olmadığını Emre şu sözlerle açıklıyor: “Köyünden şehrine, sarayından mimar ocağına Osmanlı medeniyetini bütün olarak anlamadan parçalı okumak yerli oryantalizmin en belirgin vasfıdır.”

Sinan haricinde farklı şahsiyetlere de bu gözle bakar Emre. Onları tek bir uçtan ele almayıp farklı yönlerden ele alarak nasıl bakmamız gerektiğinden söz eder. Mesela Sultan Abdülhamid’e bir zamanlar ‘’Kızıl Sultan’’ denmesi bir uç nokta iken günümüzde ‘’Ulu Hakan’’ sözü ile de bir uç nokta olduğunu dile getirir. Aynı şekilde Akif’i sadece bir milli şair unvanı ile değil onun fikir ve görüşleri ile de değerlendirmemiz gerektiğinden söz eder Emre. Aynı şekilde Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil gibi şahsiyetlerin ve daha fazlasının sadece genel bir görüşe dayanarak değil muhalif olsun objektif olsun farklı gözlerden bakmayı ve bu şahsiyetlerin kendi özbenlikleriyle bu hayata ne katmak istediklerini ve amaçlarını anlamaya çalışmayı tavsiye ediyor Akif Emre. Bu kişilerin devleti için önemli vazifeler yapmalarının yanında her zaman birer muhalif olduklarını unutmamamızı tembihler bize yazar, bu muhaliflik kendi benliklerine olan muhaliflik ve bahsini ettiği kişilerin gözünden bize Batıyı gösteriyor. Örneğin, Nurettin Topçu’dan şu sözü alıntı yapıyor: “Avrupalı insan ya zorbadır ya esir. Ya bir zalim hükümdarın zulmüne alet olan süngüyü tutuyorsunuz, ya da süngü altında inleyen esirsiniz” Bu sözle değişik bakış açıları yaratıyor bize.

Kitabın ikinci bölümünde yazar kendi hayatının içinde olan ya da toplumsal hayata etkisi olan olaylar hakkında yorumlarda bulunuyor. Unutamadığı yazarlarla olan ilişkilerini, devlet politikalarının ne kadar değişken olduğunu ve özgürlük gibi kavramların bile devletin kendi politikasına göre sınırlandırıldığının eleştirisini açık bir şekilde dile getiriyor. Türkiye’de birleştirici gücün ne olduğu tartışmasına getirdiği yorum dikkat çekiyor. Demirel’in Atatürk’ü birleştirici güç olarak görmesi ve din, dil gibi etkenlerin artık bir işlevinin olmadığını ifade etmesi hakkında yaptığı yorumla milli olmanın ne demek olduğunu tekrardan ortaya koymuş oluyor Akif Emre. Sonrasında yaptığı Ecevit ve Aliya karşılaştırması ise devlet yapısının halkla olan ilgisinin önemini bize arz ediyor. Halkının sözüne ve ihtiyaçlarına değer veren bir adam ya da kendi otoritesi ile işçilere emirler yağdıran patron misali bir zorba arasındaki farkı güzel bir şekilde tasvir ediyor. Dünyada yaşanan olayları da konu ediniyor. Afganistan konusunda yaptığı eleştiriler, düşünceler ve kardeşi kardeşe kırdırtma konusunda şekillenen düşüncelerinde haklılık payı olduğu su götürmez bir gerçek.

Kitap devletlerin içyapılarındaki farklı oluşumların etkilerinden ve mankurtlaşma algısının devletlere işlediği özellikle batının bu konuda çalışmalarına da yer vermiş bulunuyor. Önde gelen fikir adamlarının nasıl öldürüldüğünü ve en önemlisi neden, niçin öldürüldüklerini açık bir dille ifade etmesine can alıcı bir nokta olarak dikkat çekiyor. Bunların yanı sıra Türk siyasi hayatında benim için de önemli bir şahsiyet olan Muhsin Yazıcıoğlu’na insanların nasıl bakması gerektiğini anlattığı sözlerinin doğru tespitler olduğunu düşünüyorum. Bilinen örnek şahsiyetlerin yanı sıra bilinemeyen ve bilinmesini düşündüğü şahsiyetlere de yer vermiş olması bizim için büyük bir şans. Çünkü tanımadığımız ya da hayatımız boyunca belki de hiç denk gelmeyeceğimiz bu kişileri analiz etmesi onlar hakkında merak uyandırıyor doğrusu. Bunların yanı sıra kendi hayatında ona tevafuk olmuş ince düşünceli simitçi Ahmet, Çin zulmüne meydan okuyan bastonlu teyze, akşam gölgesinde elinde laptoplarla uğraşan mahalle sakini hanımefendiler ve bir Afgan çocuğunun fotoğrafından hayatın zorluklarını ve dahası ustalıkla tasvir ediyor. Bu bölümde aslında insan denen varlığın ne olduğunu cesaretin, vicdanın daha doğrusu insanın özünü görüyoruz. Bir hayat mücadelesi içinde yaşayan insanı anlatıyor.

Sonraki bölümde ise anavatanından ayrılmış başka bir ülkede yaşayan ve hayatını idame ettirmeye çalışan insan kavramını irdeliyor. Hayatlarına baştan yaşamak zorunda olan, sıfırdan bire çıkma umudunda olan insanların eski hayat hikayelerinin olduğu bir bölüm bu bölüm. Halepli bir kadın ya da Afrika da sömürüye uğramış bir aile verilen örnekler arasında.

Kitabın son bölümünde ise yazar önem verdiği ve etkilendiği kitap, dergi ve yazarlardan söz ediyor. Ali Ulvi Kurucu, Hece Dergisi, Sabahattin Zaim vs. Hatıratların ve seyahatnamelerin önemine vurgu yapmanın yanı sıra tavsiyeler vererek de okuyucusunu mutlu ediyor. Bu tavsiyeler üzerinden zamanın perspektifini ortaya çıkarıyor aslında Akif Emre. En son olarak fikir adamlarıyla özdeşleşmiş mekanları ele alıyor. Babıali yokuşu ya da bir dernek odası, bir bina hikayelerin anlatıldığı şiirlerin okunduğu ortamlar ve bu ortamların artık neredeyse var olmaktan uzak olduklarından yaftalanıyor Emre. Kitabın genel itibari ile analizler çerçevesi doğrultusunda Akif Emre’nin de hayatından kesitler sunarak bir fikir paylaşımı şeklinde olduğunu düşünüyorum. Benim okuduğum ilk Akif Emre kitabıydı bu ve kitabıyla da olsa tanıştığım için mutluyum. Allah rahmet eylesin kendisine.

 

Yunus Emre Kaya