Erhan Erken ile Röportaj

Erhan Erken kimdir?

İş Adamı, Yazar, STK Yöneticisi, Tv Programı Yapımcı ve Sunucusu.

1961 yılında İstanbul’da doğdu. 1980 yılında Galatasaray Lisesi’nden, 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünden mezun oldu. Yüksek Lisansını Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde tamamlayan Erken, doktora çalışmalarına İstanbul Medipol Üniversitesinde devam etmektedir. 1983 yılından bu yana reklamcılık, basım-yayın gibi sektörlerde çeşitli firmalarda ve birçok STK’da kurucu, ortak, yönetici ve danışman olarak çalışmalar yaptı, bu alanlarda çeşitli ödüllere layık görüldü.

 

  1. Gençlik yıllarınızdaki gündemleriniz nelerdi? Zihninizi en çok meşgul eden meseleleri anlatabilir misiniz? Günümüz gençlerini göz önünde bulundurduğunuzda bu manada kuşaklar arası farklar görüyor musunuz? Bugünün Müslüman gençlerinin gündemi sizce ne olmalıdır?

 

Gençlik yılları dediğimizde 1980’e kadar olan dönemde, yani benim yaklaşık 18-19 yaşıma kadar olan dönemde, Türkiye’de çok ciddi bir mücadele ortamı vardı. Yani, 12 Eylül 1980 darbesi öncesi hakikaten sağ-sol diye nitelendirebileceğimiz bir mücadele vardı. Bunlar birçok kez silahlı mücadeleler haline geliyordu. Müthiş bir kamplaşma vardı. Müslümanlar da bu kamplaşma içerisinde bir taraftaydılar. Sonra 12 Eylül ihtilali oldu. 12 Eylül ihtilalinden sonra kısmi bir sükûnet oldu. O da bizim gençlik bölümümüzün diğer tarafıydı. Yani diyelim ki, 18-19 yaşından itibarenki süreç de diğer bir yönüydü. 12 Eylül öncesi döneminin o sıcak ortamı bizleri de etkiliyordu. Tabii ki o sıcak ortama uygun olarak kendimizi mücadelelere de hazırlamak gündemimizin içinde geliyordu. Ben, mesela, o dönemlerde judo ve kavga sporlarıyla ilgili bazı çalışmalar yaptığımı hatırlıyorum. Ama şöyle genel manada baktığımda benim bulunduğum çevre daha çok, silahlı ya da kavgalı mücadeleyi değil; insan yetiştirmeyi, kendimizi yetiştirmeyi ve yetişmiş insanların bu ülkenin gündeminde önemli ve ses getirici şeyler yapabileceklerini düşünüyordu (tercih ediyordu). Buna inanıyorduk ve kendimizi de bu noktada yetiştirme gayreti içinde bulunuyorduk.

Ne yapıyorduk burada? Örneğin İslami ilimleri öğrenmeye gayret ediyorduk. Bilhassa Türkçe kaynakları kullanıyorduk bunun için. Çünkü Arapça bilmiyorduk ve çeviri kaynaklardan istifade ediyorduk. Özellikle, tefsir usulü, hadis usulü, fıkıh usulü gibi usul ilimleri hakkında bilgilerimizi artırmaya çalışıyorduk. İçinde bulunduğumuz çevrelerde bulunduğu için biraz Batı kültürüne de yakın bir noktadaydık. Diğer dillerde yazılmış olan eserleri de okuyabilme veya onları da kısmen takip edebilme imkânımız oluyordu. Bu arada tabii, Arapça öğrenmek de en önemli gündemlerimizden biriydi.

Bu, gençlik dönemi dediğim, zamanda yani 12 Eylül öncesinde de 12 Eylül sonrasında da en önemli işlerimizden biri vatan kurtarmaktı. Yani, Türkiye’nin yetişmiş insanları olalım ve Türkiye’de üzerimize çok hızlı bir şekilde gelen modernleşme, Batılılaşma gibi akımlara karşı dik duralım. Bunlarla fikri manada mücadele edelim ve kendi tezlerimizi zaman içinde ortaya koyalım ve bu mücadelede Batılılaşmaya, modernizme, gayri İslami cereyanlara karşı ciddi bir fikri ve arkasından gelebilecek şekilde, belki sosyal, siyasi, ekonomik bir güç oluşturalım, bununla ilgili mücadele edelim ve vatanı kurtaralım. Belki kendimizi burada, tarih okumalarıyla birlikte baktığımızda, Osmanlı’nın son dönemindeki belli akımlarla da yakın hissediyorduk. Yani o zamanlar nasıl İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük varsa bizim dönemimizde de yine İslamcılık önemli bir akımdı. Bizim içinde bulunduğumuz çevre ise İslamcılık akımının geniş yelpazesi içerisinde bir yerde duruyordu. Sorunuzun ilk kısmını, yani o dönemlerdeki gündemlerimizi kısaca bu şekilde açıklayabilirim.

Bugünün gençliğinin de tabii kendine göre gündemleri var. Yani bizim dönemimiz daha farklı bir dönemdi. Bugünün gençleri mesela, 2000’li yıllarda doğmuş olan ve bugün yirmili yaşlardaki gençler tamamen AK Parti’nin hükümette olduğu bir dönemde yetiştiler. Yani bizim zamanımızda böyle bir siyasi atmosfer mümkün değildi. Bambaşka bir atmosfer vardı. Biraz ANAP’ın dönemi Müslümanların hafif nefes aldığı bir dönem olarak ifade edilebilir. Ama AK Parti dönemi idarecilerin, tamamen namaz kılan, Müslüman kimliğindeki insanlar olduğu bir dönemdi. Dolayısıyla bu dönemde yaşayan gençlerin gündemleri biraz daha farklı. Yani iddialı bir şekilde belki 30 yıl, 40 yıl belli bir iddia taşımış, İslami düşünceye sahip kişilerin iktidar olduğu bir dönemde gençler, daha iyi nasıl Müslüman olunabilir gibi bir arayıştalar. İslamcılık davası içindeki gençler daha iyi nasıl Müslüman olunabilir, niye bazı yozlaşmalar oldu ve niye biz bu problemler uğraşıyoruz gibi sorulara tahmin ediyorum ki cevap arıyorlardır. Yine bu dönemin Müslüman gençleri zihni olarak Batı’yla mücadele ediyorlar. Ciddi olarak bunu tahmin edebiliyorum. Ama bu mücadele daha farklı bir mücadele. Çünkü bizim dönemimizdeki modernizm, Batıcılık gibi düşünceler bu dönemde, şimdiki dönemde, biraz da kesif hale geldi ve çok ciddi hakimiyet kurmuş durumdalar. Bugünün gençleri o (kesif) hakimiyete karşı daha farklı tezler üretmek durumundalar. Yani hepimizin problemleri farklı. Bugünün gençlerinin de problemleri farklı. Onlar da kendi bulundukları zaviyeden muhtemeldir ki bununla ilgili çalışmalar yapıyorlar veya zihni melekelerini geliştiriyorlar.

Farklı araçlar türedi mesela. Biz daha çok yazılı kültürün etkin olduğu, biraz da sözlü kültürün etkin olduğu bir dönemdeydik. Ama şimdi dijitalleşmenin çok etkin olduğu bir dönemdeyiz. Bu dijital mecralar gençleri çok etkiliyor. Küreselleşmenin çok daha yoğun olduğu bir dönemdeyiz. Bizim dönemimizde dünya çift kutupluydu. Amerika ve Rusya gibi, komünizm ve Batı gibi iki kutup vardı. Bugün dünya neredeyse tek kutuplu ve kapitalist sistem daha hâkim, küreselleşme adıyla. Buna karşı durabilecek belki de ayakta durabilecek tek ciddi alternatif Müslümanlar var. Bir taraftan biraz Çin de geliyor gibi ama Çin de nihayetinde bir Batılı tarzda, tırnak içinde, bir düşünce şekline, ladinî bir düşünce şekline sahip.

Müslümanlara burada çok ciddi iş düşüyor. Müslüman gençlerin de bulundukları zemini iyi okuyabilmeleri gerekiyor. Buna uygun şekilde dünyayı iyi tanıyabilmeleri, değişimi iyi anlamlandırabilmeleri gerekiyor. Ancak ondan sonra ortaya bir teklif sunabilirler. Vatan kurtarma mücadelesi içinde olanlar ancak bunları yapabildikten sonra ortaya bir teklif, bir düşünce, daha sağlam bir şey ortaya koyabilirler. Bugünün gençlerinin bulunduğu ortamı anlayabilmesi ve taşıyabilmesi için de hakikaten çok fazla gayret sarf etmeleri gerekiyor diye düşünüyorum.

  1. Yüz yıllık İstanbullu bir ailenin mensubu, İstanbul’da doğup büyümüş bir kişi olarak özelde Fatih olmak üzere İstanbul’u çok sevip benimsediğinizi düşünüyoruz. İstanbul’daki toplumsal, iktisadi, ulaşım, imar ile ilgili değişimleri yakinen gözlemliyorsunuz. Önümüzdeki zamanlarda da İstanbul’da yapılacak olan Kanal İstanbul projesiyle İstanbul birçok yönden değişime uğrayacak. Çeşitli iktisadi kurum ve kuruluşlarda bulunmuş, İstanbullu birisi olarak bu projenin kültürel, toplumsal, iktisadi bağlamda İstanbul’da nasıl değişimlere yol açacağını düşünüyorsunuz.

Kanal İstanbul Projesi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın 2010 yılının başlarından itibaren telaffuz etmeye başladığı ve Çılgın Proje diye nitelendirdiği bir hedef olarak ortaya çıkmıştır. Bu projeye Çılgın denmesi bile kitleler üzerinde normalin üzerinde bir ilgi ve dikkat uyandırmış hatta çılgın sıfatından ötürü kısmen tedirgin edici de olmuştur. Bu proje ile arzu edilen, Karadeniz ile Marmara Denizi arasında Boğaz Köprüsünün Batı tarafında yeni bir su yolu açılmasıdır. Kanal İstanbul ile Boğaz Köprüsündeki deniz trafiği yükünün azaltılması ve ülkeye maddi açıdan önemli bir getiri sağlayacağı hesaplanan yeni bir yolun oluşturulması düşünülmektedir. Bu arada kanalın kuzey tarafı ile yeni yapılan havaalanının çevresinde önemli lojistik depolama alanları oluşturulmaya başlanmış ve büyük bir liman yapımının, planın içinde olduğu belirginleşmeye başlamıştır. Üçüncü Boğaz köprüsü ve Kuzey Marmara Otoyolu da bu bölgeden geçmekte, yine İstanbul’un kuzeyinden geçmesi planlanan yeni bir demiryolu ile bu ağ daha anlamlı bir hale gelmektedir. Görünen o ki Kanal İstanbul projesinin büyük resminin içinde bu tarz büyük ve entegre lojistik ve ulaşım planlamaları bulunmaktadır. Bunları (inşallah) proje bitiminde daha net biçimde göreceğiz sanırım.

Bu projelerin ülkenin genel iktisadi hayatı için önemli getiriler sağlayacağı, bir yönüyle inkâr edilemeyecek, önemli bir gerçektir. Fakat bunlarla birlikte bu yeni su yolu ve onu tamamlayan ağların çevresinde yeni yerleşim yerlerinin de gündeme geleceği, bunların şehrin zaten taşınamaz durumdaki nüfusunu daha da arttıracağı da ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. İlave olarak şehrin önemli su toplama havzalarının yakınlarında oluşacak nüfus yoğunluğunun menfi tesirleri de bu şehrin sakinleri için ayrı bir endişe konusudur.

Bu noktada olayın ilmi ve teknik yanları ile ilgili detaylı bir tartışmaya girmeden tamamen hissi bir gözlemimi aktarmak istiyorum. Allah (cc)’ın yeryüzünde oluşturduğu tabii nizama insanlar tarafından yapılacak suni müdahalelerin çoğu zaman hesap edilemeyen maliyetlerinin olduğu tarihi içinde çoğu kere karşılaşılmış bir gerçektir. Bu projede de zaten tabii bir su yolu varken ki bu İstanbul Boğazıdır yeni bir kanal açarak tabiata müdahale etmenin fayda ve zararlarının çok etraflıca tartışıldığı kanaatini maalesef taşımamaktayım. Çünkü alınan bu kararlar sadece bu kararları alan idarecileri etkilemeyecek bu şehirde yaşayan milyonları ve onların sonraki nesillerini de etkileyecektir. Dolayısı ile olayın bu boyutunun biraz ihmal edildiği kanaatini taşımaktayım. Bu noktadaki endişemi de ifade ederek bir şekilde tarihe küçük de olsa bir kayıt düşmek istiyorum.

Kanal İstanbul çerçevesinde hadisenin Montrö Anlaşması ile ilgili yönleri de çokça tartışılmaktadır. 1936 Yılında yapılan Montrö Anlaşması Lozan ile Boğazlarda kaybettiğimiz egemenlik haklarımızın birçoğuna yeniden sahip olmamızı sağlayan bir anlaşma olarak tarihte önemli bir yer tutmaktadır. İkinci Dünya Savaşı öncesinin şartlarında ve o günün konjonktüründe gündeme gelen bu anlaşmanın yeniden masaya yatırılması çerçevesinde Türkiye’nin ne tür durumlarla karşılaşacağının da çok iyi hesaplanmasının gerekli olduğu kanaatini taşımaktayım.

Özetle Kanal İstanbul ile ilgili bu alanda yetkin bir uzmanın benim de katıldığım bir yorumu ile sözlerimi tamamlamak istiyorum. Bu çerçevede yapılan bir sohbetin bitiş cümleleri olarak uzman bir dostumuz şöyle demişti: Kanal İstanbul için Ankara’dan bakıldığında Türkiye’nin menfaatine bir proje olarak görünüyor. Fakat İstanbul özelinden baktığımızda bu şehirde yaşayanlar için birçok problemi de beraberinde getirecek bir projedir. Projenin bu iki yönünün de beraberce düşünülmesinin çok önemli olduğunu ifade etmek istiyorum.

  1. “Zaman Tünelinden Geçerken Kritik Süreçler, İktisad ve Hayat’’ adlı çalışmanızda ele aldığınız, tartıştığınız konulardan biri girişimcilik hakkında. Sizin girişimcilik anlayışınız nedir? Girişimci sizce nasıl biridir ya da olmalıdır? Türkiye’de sizin tasavvur ettiğiniz manada bir girişimci gurubu var mıdır?

Girişimcilik veya müteşebbislik benim çok önemsediğim bir haldir. Ben bunu bir hal olarak değerlendiririm. Sadece iktisadi manada girişimcilikten bahsetmem girişimcilik dediğim zaman. İnsanların aklına genelde girişimcilik ve müteşebbislik deyince tamamen iktisadi manada ve çoğu zaman iktisadi manada yapılan işler gelmektedir. Örneğin kendi gayretleriyle bir işyeri oluşturan, bir buluş gerçekleştiren, bugünkü deyimiyle, start-up türü etkinliklerin içine giren, inovatif düşüncelerini sermaye ile buluşturup yeni kazanç yolları arayan kişiler girişimci olarak ifade edilir. Ama ben sosyal manada da bir insanın etken hareketler yaparak girişimci ruhunu değerlendirebileceğini düşünürüm. İlmi anlamda da bir insan girişimci olabilir. Mesela girişimci olmayan daha pasif ilim adamları vardır. Adeta suyun akışına bırakır kendisini, çok iddialı olmaz. Yavaş yavaş belli konularda çalışır, ortaya bir şeyler koyar ve zaman içerisinde akademik kariyeri de belli bir yerden belli bir noktaya kadar gelebilir. Bazıları da vardır ki yeni fikirler ortaya koyar, bunları araştırır. Bu araştırmalar için önüne çıkacak birçok engelleri ortadan kaldırmak için gayret sarf eder. Maddi imkân bulamazsa parayı sağlayabileceği yerler bulmaya çalışır. Gerekirse onlarla ilgili kendi kazanır, kendi gayret eder, burslar bulur veya çeşitli yerlerden proje ortakları oluşturur ve sonuçta ilmi bir eser ortaya çıkartır, ilmi bir buluş gerçekleştirir. Mesela bu da ilmi ve akademik manada bir girişimciliktir. Yani girişimcilik bir ruh halidir. Etken olma halidir. Ben insanların sürekli etken olmasını, edilgen olmaktan ziyade etken olmasını isterim. Bunu tavsiye ederim. Kendime, çocuklarıma, genç arkadaşlarıma, çevremdeki diğer insanlara da hep şunu söylerim: Bir yerde duruyorsanız, işin size gelmesini beklemeyin. Siz işin üstüne gidin. Yanımda çalışanlar arkadaşlara da hep şunu derim: Evrakın size gelmesini beklemeyin. Siz evrakın üstüne doğru gidin. Genelde edilgen olmak daha konforlu bir şeydir. Sorumluluğa girmezsiniz, işi akışına bırakırsınız. Fazla iddialı olmazsanız bir problemle de karşılaşmazsınız. Hayatınız belli bir rutinde devam eder. Ben bu tür ruh halinin hem insanlığın hem Türkiye’nin gelişebilmesi için doğru bir hal olmadığını düşünürüm. Bizim daima girişimci ve etken ruh halini geliştirmemiz lazım. Hem kendimizde bunu sağlamamız lazım hem de etrafımıza bu ruhu yayabilmemiz lazım. Tabii burada şunu demek istemiyorum. Böyle kör cesaretle her şeyin üstüne atlayıp yapamayacağı şeylerin de altına girmek tarzında bir şeyin çok doğru olmadığını düşünüyorum. Bir girişimci önce hedefini iyi ortaya koyması lazım. Bu hedefi ile kendi durumunu arasındaki ilişkiyi de iyi tartabilmesi lazım. Kendisinin analizini iyi yapabilmesi lazım. İmkanlarının iyi analizini yapabilmesi ve hedefi ile kendisi arasındaki o mesafeyi nasıl aşabileceğini iyi analiz edebilmesi lazım. Sonrasında bununla ilgili bir projelendirme yapması lazım. Daha sonra projeyi planlayabilmesi gerekmekte. Yani zamana ve imkânlara göre belli bir plan oturtması lazım. Bu planlama uzun, orta ve kısa vadeli unsurları içerir ve zaman planlamasıyla birlikte bu hedefe hangi kaynaklarla, hangi insan unsuruyla ve hangi safhalardan geçerek varabileceğini iyi düşünebilmesi lazım. Ardından besmeleyi çekip işe girişmesi lazım.

Bir girişimci aynı zamanda giriştiği iş için elinden geldiği kadar gayret ettikten sonra da tabii sonucuyla alakalı olarak da tevekkül etmesi gerekiyor. Çünkü bize düşen gayret etmektir, ancak muvaffakiyet Allah’tandır. Siz bütün gayretimizi gösterirseniz yine bir işte muvaffak olamayabilirsiniz. Ama önemli olan bizim planımızı, programımızı iyi yapıp, hedefimizi iyi ortaya koyup, kaynaklarımızı iyi değerlendirip, Allah’a güvenip yola çıkmamızdır. Bir de tabii bunun hayırlı hedefler olması gerekir. Yani girişimciliğin ahlakiliği meselesi de önemlidir. Yaptığınız işin insanlığa faydası olması lazım, memlekete faydası olması lazım. Ve tabii ki Allah’ın rızasına uygun olması lazım. Onun sınırları dahilinde olması lazım. İnsanın o sınırların dışında bir işte girişimci olmasını da ben çok faydalı bulmam. Yani girişimciliğin ahlaki ve meşruiyeti de çok önemlidir.

Bazen girişimci muvaffak olamayacağını düşündüğü noktalarda da çok ısrar etmemesi gerekir. Bir, iki, üç denersiniz. Gerektiği zaman durabilmeyi de göze almak lazımdır. Bazen durabilmek de bir erdemdir. Yoksa öbür türlü girdiğiniz iş sizi sürükler, götürür ve çok zarar edersiniz. Bu bazen maddi zarar olur, bazen insani zarar olur. Bazen emeğiniz ortadan kaybolur. Baktınız bir iki hamleden sonra başarılı olamıyorsunuz, nerede durabileceğinizi ve işi kesebileceğinizi de görebilmeniz lazım. Ezcümle özet olarak girişimciliği ben bir ruh hali olarak görüyorum. Bu ruh halini insanlar arasında yaygınlaştırmak lazım.

Türkiye’de çok sözü edilmesine rağmen girişimcilik çok teşvik ediliyor mu? Ben bu noktada çok emin değilim. Kanunlar, zemin ve imkânlar girişimcinin çok önünü açıcı tarzda değil maalesef Türkiye’de. İnsanlar böyle bir yanılsama içindeler. Sanki çok imkân varmış gibi. Fakat bu imkânların daha artması lazım. Yani Türkiye’de dolaylı vergiler %70. Bu korkunç bir şey. Dolaylı vergilerin %70, direkt vergilerin %30 olduğu bir ülkede insanların masrafları çok fazla demektir. Bu kadar masraf içinde düşük imkânları olan insanlar için iktisadi olarak bir şeyleri başarabilmek de hiç kolay değildir. Sonra Türkiye’de sermaye çok pahalı. Yani %20’lerin üzerinde faiz var Türkiye’de. Böyle bir dönemde insanlar parayı nasıl bulup da bunu yatırıma, girişime çevirecekler ve buradan bir gelir elde edip ortaya bir şey koyabilecekler. Bunlar hep sorunlu noktalar. Bizim bunlar üzerinde iyi durmamız lazım. Ve bir de hakikaten girişimciler bazen çok da fazla teşvik edilmez. Çok sivri insanlar sevilmekle birlikte ve takdir edilir gibi görülmekle birlikte bu kimselere “Çok ileri gittin” denir. Adamın ayağı takıldığı zaman “Sen de zaten çok ileri gittin. Biraz daha ayarlı duraydın.” diye tavsiyeler yapılır. Ben girişimciliğin hem fiziki şartlarının hem ekonomik şartlarının hem ruhi şartlarının hazırlanması gerektiği ve insanların girişimci ruhu teşvik edici bir ortamda bulunmaları gerektiğini arzu ederim. Türkiye’de bu ortamın da inşallah zaman içinde gelişmesi için dua ediyorum ve Türkiye’yi yönetenlerden, Türkiye ile ilgili bir şekilde hedefi olan insanlardan bu girişimciliğin önünü açmalarını özellikle talep ediyorum.

  1. İktisadi hayat içinde yer alan Müslümanları analiz edebilmek için oluşturduğunuz 3 modelden bahsediyorsunuz. Bu 3 modelden birinci kategoridekilerin maddi açıdan büyük birikimler yapanlarının çıkmasının pek mümkün olmadığını söylüyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz? Bu kategorideki insanların durumunu günümüz şartlarıyla alakalı bir durum olarak mı, yoksa genel manada, zaman ve zeminden bağımsız bir şekilde kendi tercih ve özellikleri olarak mı görüyorsunuz?

1995’li yıllarda ben, MÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi olarak bulunuyordum ve MÜSİAD’ın yayın faaliyetlerinde, bir komisyonla birlikte faaliyetleri yürütüyorduk. O zaman bir Bültenimiz vardı. Her ay çıkardığımız bir de “Çerçeve” adlı dergimiz vardı. Ana yayın mecralarımız olarak. Bu MÜSİAD bültenlerinin, o yıllarda, 95’li yıllarda, bir tanesinde “Üç Model” başlığı ile bir yazı yazmıştım. Bu üç modelden kastım şuydu: O dönemlerde iktisadi hayattaki Müslümanların, karar alışlarında, davranışlarında ne tür noktalara dikkat ederek bu kararlarını alıyorlar, işlerini nasıl yapıyorlar, bunları gruplamaya çalışmıştım ve üç ana gruba ayırmıştım.

Birinci model dediğim modelde daha çok rahmete ve berekete oynayan insan tipi diye bir başlık koymuştum ona. Burada iş hayatında haramlara ve helallere azami derecede dikkat eden, şüphelilerden kaçınan ve bütün hareketlerini bu noktaya göre yapmaya çalışan bir iş adamı tipini anlatıyordum. İşte alışverişlerini olabildiğince peşin yapıyor. (Fiyat) farkı olur diye vadeli alışverişlerden kaçıyor. Bankayla ilişkilerini olabildiğince az düzeyde tutuyor. Bir yere para gönderecekse bile posta çeki ile göndermeye çalışıyor. Efendim -işte o zaman yeni başlıyor bu kredi kartları- bunlara hiç tevessül etmiyor. Bankayla işlerini hiç yapmıyor, çek kullanmıyor. Belki çok gerekirse senet kullanıyor. Malını sigorta ettirmiyor -çünkü sigorta o günün düşüncesi içerisinde şüpheli bir şey- daha bu finans kurumlarının henüz bu sigortaya benzer yardımlaşma mekanizmalarını oluşturmadığı bir dönem veya yeni yeni oluşturduğu dönemler, bu sigortalama işlemlerini yapmıyor, mesela arabasını kasko yaptırmıyor. İş yerinde mümkün olduğu kadar haramlara, helallere dikkat etmeye çalışıyor. Birisinden mal alınacaksa adamın zorda olmamasına özellikle dikkat ediyor. Yani zorda olan bir adamın malını ucuza almaya hiçbir zaman yeltenmiyorlar.

İşçisine davranırken ona mümkün olduğu kadar kendi yediğinden yediriyor, giydiğinden giydiriyor, onun ödemesini mümkün olduğu kadar yüksek tutmaya çalışıyor. Yani kendinden veriyor her noktada. Ama buradaki ana gayesi geçimini sağlamak. Çok büyümek olmasa da geçimini sağlamak, helalinden yemek ve çocuklarına (helalinden) yedirmek. Olabildiğince de şüphelilerden kaçınmak. Bunun örneklerini biraz da fazlalaştırmıştım o yazıda. Ama bunun ana teması mümkün olduğu kadar şüphelilerden olabildiğince kaçınan bir tip. Tabi bu tipin iş hayatı da daha dar oluyor. Geliştiremiyor kendi işini, finansman bulmada zorluk çekiyor. Efendim sürekli, diyelim ki sigorta yaptırmıyor, bir hal olduğunda kendinden gidiyor, bunun parasını bulamıyor bir yerlerden filan. Yani olabildiğince dar bir çerçevede bir işi var, belki sadece bir zanaat yapabilir bu kimse. Veya çok küçük bir iş yapabilir böyle bir çerçevede. Tabii 95’li yıllarda öyle ise bugün belki bunun boyutları daha farklı. İş hayatı daha farklılaştı. Bunun oluşması ve meydana çıkacak sonuçlar da bugün için muhakkak daha farklı olacaktır. Bu yazının bu bölümünü belki yeniden yazmak gerekir.

İkinci tip ise güce oynayan insan tipi, güce oynayan bir Müslüman iş adamı tipi. Bu iş adamımız tamamen neoliberal kapitalist sistemin bütün şartlarına uygun olarak işlerini yapmaya çalışıyor, işyerini, tipini ona göre düzenliyor. Diyelim ki birebir haram bir alanda, ticari alanda iş yapmıyor ama işini yaparken vadeli satışta vade farkı koyuyor, gidiyor kredi alıyor. Birisi ucuz bir mal bulunca bastırıyor parayı, onu en uygun bir şekilde almaya çalışıyor. İşçileriyle ilişkisinde olabildiğince kendini korumaya gayret ediyor. Asgari ücretle çalıştırıyor. Ne bileyim, işçilik ücretleri olabildiğince düşük tutmaya çalışıyor. Kıdem tazminatından, ihbar tazminatından, bütün bu çerçevelerde de en iyi avukatlar, en iyi mali müşavirler, en iyi çalışma müfettişlerini yanında tutarak bunları minimum tarzda yapmaya çalışıyor. Buradaki ana derdi daha fazla kazanmak, daha az kaybetmek. Elde ettiği kazancıyla da bunu iyiye, hayır hasenata, Müslümanlıkla ilgili gayelerde kullanmaya çalışıyor. Müslümanların gücünü kontrol altına almak isteyen Müslüman düşmanı kesimlere karşı, yurt dışındaki lobilere karşı güçlü bir şekilde ayakta durmak gibi bir derdi var bu insanın. Tabii bu insan bunu yaparken ama, gayri İslami, kâğıt üzerinde gayri İslami gibi olan bütün unsurları denemekten çekinmiyor. Şimdi bu da bir iş adamı tipi, rolü. Böyle insanlar var mı, var. (Burada belki şöyle bir soru sormak da gerekebilir) Bu insanlar peki, zekâtta, kırkta bir mi vermeleri lazım. O tartışmalı. Bu insanlar kendileri için ekstra bir değer kazandıkları zaman, mallarını arttırdıkları zaman, mülklerini artırdıkları zaman, yazlığını, kışlığını, arabasını arttırdığı zaman tüm bunlar kendinin mi olur? Belki de kendinin olmaması gerekir. Çünkü sen bunu İslamiyet’in sana verdiği belli ruhsatlarla kazanıyorsun. Sadece bunlar üzerinde bir kullanım hakkını olabilir gibi sorular da sorulabilir bu ikinci, güce oynayan insan tipinin bulunduğu hali anlayabilmek için.

Üçüncü tipimiz de evinde ve kendisiyle ilgili meselelerde olabildiğince ruhsatları kullanmadan, azimetli davranan bir kişi, Mesela diyelim ki, kendi arabasını kasko yaptırmıyor ama firmanın arabasını sigortalıyor. Kendi evini sigorta yapmıyor ama diyelim işyerini, makinalarını sigorta ettiriyor. Burada bir şirket mantığıyla olduğu için, başka ortakları da olduğu için, orası tüzel kişilik olduğu için burada bunlara o kadar dikkat etmiyor.

Kendisi ev alırken kredi almıyor ama iş yerinde mal alırken kredi alıyor. Orada piyasa kuralları neyse, ki bugün işte kapitalist, neoliberal, modern bir çerçevede işler yapıyor. Hatta insanların tüketimlerini arttırmamız lazım ki daha fazla üretim yapabilesiniz. Daha fazla reklam yapmanız lazım. Bu adam işine gittiği zaman reklamdı, tüketimdi, bunlarla ilgili olabildiğince piyasa kurallarına göre davranıyor. Ama evine geldiği zaman kendi çocuklarına aman çocuklar israf etmeyelim diyor. Evimizde daha tutumlu davranalım, olabildiğince bir dervişane hayat yaşayalım diyor. Böyle tipler var mı? Böyle tipler de var.

95 şartlarında bunlar uç, üç tane tipoloji. Ben iktisadi hayattaki Müslümanlar bunların arasında belli yerler alıyorlar diye düşünmüştüm o zaman. Ve bu yazıyı böyle yazmıştım. Ve orada da şunu istiyordum. İnsanlar yaptıkları işlerde soru sorsunlar. Ben bir iş yapıyorum ama bu ne kadar İslami kurallara uyuyor? Ben ne kadar yaptığım işi, kendi inancıma uygun bir çerçeve içine oturtuyorum.? Bunu sorsunlar, bunu düşünsünler, kafalarını buna yorsunlar. Bugün tabii bu yazıyı yazacak olsam belki oradaki insan tiplerinin, ideal tiplerin, tanımları da daha farklı olur. Sayısı da daha farklı olabilir. Ama o günün şartlarında bunlar düşünülmüş ve ortaya konmuş bir zihin jimnastiği örneğiydi. Belki bu benim anlattıklarımı daha iyi anlayabilmek için, dinleyen arkadaşların o yazıyı bir zahmet okuyup onun üzerinden belki benim bu dediklerimi dinlerlerse tahmin ediyorum daha faydalı olur.

  1. Bu sorum bir önceki soruyla da biraz bağlantılı olacak. “Fıkıh Danışmanlığı” yazısı ile “Üç Model” yazısı arasında bağlantı kurarak soruyorum. “Fıkıh danışmanlığı” yazınızın başında helalinden kazanmayı ve harcamayı başarılarının bir parçası olarak gören işletme patron veya patronlarının bu danışmanlığa ihtiyaç duyacağını belirtiyorsunuz. Bu patron veya patronların üç model içinde birinci kategoride olduğunu anlıyorum. Sizce bu danışmanlıkla beraber günümüz şartlarına uyum kazanılacağını ve birinci kategorinin önündeki büyük birikim yapamama engelinin kalkacağını düşünüyor musunuz?

Daha önceki soruda da ifade ettiğim gibi, bu MÜSİAD’ın yayınlarıyla ilgilendiğimiz dönemde çeşitli yazılar da kaleme almıştım. Bunlardan bir tanesi de Fıkıh Danışmanlığı başlıklı bir yazıydı. O yazıda da genel yaklaşımım şuydu. Belli bir işletmeye sahip olan insanlar o işlerini cari̇ kurallara göre en iyi şekilde yapabilmek için, işyerlerinde hukuk danışmanı bulunduruyorlar, çalışma müfettişi bulunduruyorlar ki işçiler ile olan ilişkilerini daha iyi bir çerçeveye koysunlar. Mali danışmanları, denetçileri oluyor. Bunlar da işte işyerinin mali yapısını daha iyi nasıl götürebiliriz diye ve işyerini nasıl daha iyi denetleyebiliriz diye bazen dışarıdan bazen firmanın büyüklüğüne göre içeride kurdukları departmanlardan bu hizmetleri alıyorlar. Bu insanlar Müslüman insanlar ise yaptıkları işlerin İslami kurallar içinde de herhangi bir yere çarpmadan, mesela harama bulaşmadan mümkün olduğu kadar helal dairesi içinde, işlerini yapabilmek için fıkhi açıdan yaptıkları icraatları sorabildikleri fıkıh danışmanlarının da olması gerekir.

Böyle bir ihtiyacın önemli olduğunu insanlara anlatmak için bir yazı kaleme almıştım. O zaman bu da ilginç gelmişti tabii birçok kişi için. Yani siz her konuda ihtisas sahibi kişilere soruyorsunuz ama dininizle diyanetinizle ile ilgili konularda bunları sormadan yapıyorsunuz. Ya ben bunu biliyorum diyorsunuz. Okuduğumla yetinirim diyorsunuz. Tabii belli bir kültürünüz varsa, İslami kültürünüz, belli bir okumuşluk düzeyiniz varsa, her hareketinizde sormanız gerekmez ama daha önemli, daha stratejik faaliyetlerinizi sormanızda veya sorulmasında fayda olduğunu düşünüyorum. Bunu sorarsınız, bu sormanız neticesinde farklı yaklaşımları dinlersiniz ve bunların içerisinde bir tanesine karar verirsiniz. Daha birinci modeldeki gibi bir kararımız da olabilir. İkinci modeldeki gibi de olabilir, o üç modeldeki yazılı olduğu gibi, üçüncü modeldeki gibi de olabilir veya başka bir model de olabilir.

Bu fıkhi olarak bir yere oturuyorsa, oturtmaya çalışıyorsanız, siz esasında güzel bir iş yapıyorsunuz demektir. Bir gayret gösteriyorsunuz. Hangisinin en doğru olduğunu bu dünya hayatında her zaman isabet ettiremeyeceksiniz. Onu Allah indinde ilerde inşallah ahiret aleminde göreceğiz. Bugün birçok şeyin cevabını çok net bilemeyeceğiz. Hangisi en doğruydu diye. Ama ben şuna inanıyorum. Rabb-ül’âlemîn bize cehdimizle ilgili soru soracak, gayretimizle ilgili soracak. Sen ne kadar gayret ettin? Benim rızama uygun yolu bulabilmek için hangi gayretin içinde oldun?

Bir de şu olabilir, şüpheliye dokunmayım, ona dokunmayım, buna dokunmayım diye aktif hiçbir şey yapmamak, hiçbir girişimde bulunmamak, olabildiğince edilgen durmak, hata yapacağım diye hiç iş yapmamak. Bu da doğru bir iş değil. Müslümana yakışan bir iş değil. Müslüman cesurdur. Bir iş yapacaksa da olabildiğince en iyisini yapmaya çalışır. En güzelini, en doğrusunu yapmaya çalışmalıdır. Ama bunu yaparken de harama bulaşmadan helale en yakın, en düzgün, en uygununu yapmak zorundadır. Bu noktada da hakikaten iktisadi hayatın fıkhını bilen kişilerle de istişare etmesinin, onlarla kafa kafaya vermesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Mesela burada şöyle bir örnek verebilirim. Biz vakti zamanında iplik işi yapıyorduk. Fabrikalardan kamyonla ipliği alıyorduk. Kamyonlarla bunları ton ton, Yeşildirek’teki örmeciler, trikocular, halı yapanlar vs. bunlara, satıyorduk. Burada ne yapıyorduk. İpliği peşin alıyorduk, daha orta kademe üreticilere de vadeli satıyorduk. Vadeli satarken de bunun üzerine bir vade farkı koyuyorduk. Ama burada neye dayanarak bu işi yapıyorduk? Bu işle ilgili bir fıkhi çalışmanın neticesi kafamıza yatkın olduğu için bu uygulamayı yapmıştık. O fıkhi davranışta o fıkhi hükümde şunu diyordu. Bir malı peşin satarken 5 liraya sattığımız bir malı 3 aylık vadeli birisine satıyorsanız bunu 6 liraya satabilirsiniz mesela. Ama bu alışverişi yaparken konuştuğunuz zaman şartları belirleyip fiyatı koymanız lazım. İki taraf da bunu kabul ettiği zaman bu alışveriş caiz olur. O koyduğunuz bir lira fark faiz olmaz ama siz malı 5 liraya satıyorsunuz, bunun peşin değeri 5 lira. Sen bunu bir ayda ödeyebilirsin, iki ayda, üç ayda da ödeyebilirsin. Her ödediğin aya göre bana %5 bunun üzerine bir vade farkı koyacaksın. Oradaki alışverişi kesinleştirmiyorsun. Zamana dayalı olarak üstüne fark koyuyorsun. Bir alışverişte iki alışveriş yapmış oluyoruz. Birinde malı satıyorsun, öbüründe borcunu kademelendiriyorsun. Bu, o fıkhi mülahazaya göre, bu faiz oluyor ama alışverişi o anda bitirirsen bu faiz olmuyor. Şimdi nereden böyle bir hükme varmıştık. O zamanda “Alışverişte Vade Farkı ve Kar Haddi” diye, Hayrettin Karaman Hoca ile Ali Şafak Hoca’nın karşılıklı yazdıkları birkaç tane makale vardı. Gerçi bunu bir toplantıda tabii karşılıklı olarak bu sunumları yapıyorlar, sonra bunlar yazıya geçmişti ve İslami Araştırmalar Vakfı’nın bir kitabında yayımlanmıştı. Ben de bunu çok dikkatli okumuştum. Orada özetle Hayrettin Karaman Hoca, bu işin cevazını çeşitli hükümlere göre, ayetlere göre, hadislere göre, uygulamalara göre izah ediyor. Ali Şafak Hoca da diyor ki tamam böyle deliller var ama esasında siz, kapitalizme bir külah giydiriyorsunuz diyor. Esasında, faizi araya mal sokarak caizleştirmeye çalışıyorsunuz, yapmayın bu doğru bir şey değil diyor. Şimdi orada belki bininci modele, o üç modeldeki de birinci modele uygun bir şeyi tavsiye ediyor.

Çok kabaca söylüyorum. Yani bu makaleyi de belki, niyet edenlerin okuması lazım benim bu anlattığımı daha iyi anlayabilmek için. Çok ciddi güzel makalelerdi onlar, benim açımdan da çok öğreticiydi o zaman için. Hayrettin Hoca da diyor ki, bizim iktisadi hayata yol vermemiz lazım, insanların iş yapabilmelerini sağlamamız lazım, dolayısıyla finansmanları yeterli değilse bu insanları birilerinin finanse etmesi lazım. Bu finanseyi de mal üzerinden yaptıkları zaman ve kurallara uydukları zaman faize bulaşmadan bu işi yürütebilirler. Bunu anlatıyor. Fıkıh danışmanlığı işte burada gerekiyor. Siz işe girerken her konuda bu tür makaleler, düşünceler veya hocalara soruları sorarak onları düşündürerek alacağınız cevaplarla yapacağınız işlerin olabildiğince fıkha, İslam’a, ayete, hadise uygun yapılmasını sağlayabilirsiniz. Böyle bir gayret içinde olmamız lazım. Bu hem iş adamlarını geliştirir hem hocaları geliştirir. Onlara ne kadar nitelikli sorular sorarsanız ki mesela son dönemlerde sorulacak sorular çok fazla arttı. Para hareketleri olmaya başladı. İşte borsa hareketleri olmaya başladı. Çeşitli (finansal) enstrümanlar ortaya çıktı. Efendim işte teşvik kredileri olmaya başladı. Şu anda bankaların bütün yöneticileri Müslüman insanlar, ve bu bankalardan faiz alıyorlar. Bunlar ne kadar caiz ne kadar yapılabilir, uygulaması ne kadar doğru? Bunların hepsini hakikaten işinin ehli fıkıhçı, fakih ile konuşmak lazım. Finans kurumlarının yaptığı uygulamalar ne kadar doğru? Buralarda yanlış noktalara sapıyor muyuz? Bunlar hepsinin üzerinde çok ciddi durmak lazım ve bunlar fıkhi meseleler. Dolayısıyla fıkıh danışmanlığının ben, bugün için de çok önemli olduğunu, dün yazıyı yazdığımız zaman da çok önemli olduğunu ciddi derecede düşünmekteyim. Bu yazıda böyle bir dönemde yazılmıştı. Vakti olanların bence o yazıyı da okuyup benim bu dediklerimi o çerçevede değerlendirmelerinin daha faydalı olacağını düşünüyorum…

  1. “Zaman Tünelinden Geçerken Kritik Süreçler, İktisad ve Hayat” kitabında yer verdiğiniz MÜSİAD mülakatında, iktidardaki kadrolarla çevre olarak yakınlığın; çalışmalarında başarı sağlamak, üyelerinin ekonomik gelişmelerine katkıda bulunmak için çok önemli bir avantaj olduğunu fakat dikkatli davranılmazsa çok tehlikeli bir özellik olduğunu belirmiştiniz. MÜSİAD özelinden yola çıkarak, bu tehlikelerin neler olduğunu ve günümüzden baktığımız zaman bu avantajlardan faydalanmak ve bu tehlikelerden kaçınmak bakımından nasıl bir durumda olduğumuzu düşünüyorsunuz?

 

Her siyasi iktidar kendisinin destekleyen çevre ile önemli bir sınavın içine girer. Bu sınavda, iktidara destek olan çevreler ve o iktidarın gerek merkezi tarafının gerekse de yerel unsurlarının yaptıracağı işlerde pay sahibi olmayı arzu ederler. O iktidarın kamuda istihdam edeceği kişiler arasında kendilerinin ve/veya yakınlarının daha fazla yer almasına gayret eder. İktidar tarafının da burada en önemli sınavı işleri ehil olan kişilere ve kurumlara, en uygun şartlarda ve kamu için en avantajlı şekilde verebilmek olmalıdır. İşe ve kadrolara elemen alırken de ehliyete ve liyakata azami dikkat edebilmektir. Çünkü tüm bu makamlar ve işler emanet hükmündedir ve emanetin muhakkak ki en ehil yere verilmesi şarttır, bizim bildiğimiz ve inandığımız değerlere göre. İşe eleman alırken merhum Prof. Dr Sebahattin Zaim’in bir kuralını burada zikretmek isterim. Derdi ki: eleman alırken hem ahlaki ehliyete hem de mesleki ehliyete aynı anda dikkat etmelisiniz. Bir kişi mesleğini iyi bilir fakat ahlakı zayıfsa onu sakın tercih etmeyin. Veya çok ahlaklıdır fakat iş bilmez ise onu da sakın vazifeye almayın yoksa işleriniz bozuk olur. Merhumun bu tavsiyesi bence çok hayati ve kilit bir tavsiyedir.

Tabii işe alımlarda bir de eş, dost, akraba, hemşehrili, partili vs gibi kontenjanlar da iktidar sahipleri için önemli sınavlardır. Burada da dikkat edilmesi şarttır. İş yaptırma noktasında işlerin ehil firmalara ve tamamen şeffaf ve rekabet şartları içinde verilmesi ve bunların denetlenmesi çok önemlidir. Tamamen rekabetçi şekilde düzenlenen şartnameler ve çağrı usulü değil de o işleri yapabilmeye yetkin her firmanın girebildiği açık ihaleler burada gözetilmesi gereken önemli noktalar arasındadır. Devletten işi alan firmaların kazançlarından hayır yapabilmeleri için rayiçleri yüksek tuttukları ihaleler sonuç itibariyle o işlerden çok önemli sosyal faydalar sağlanıyor gibi görünse de kamu hakkına girer ve hiçbir şekilde doğru değildir.

İktidar tarafında yani işleri yaptıran kesimde bu işleri yaptıranların, yaptırdıkları işlerden en ufak bir fayda sağlamaları kesinlikle doğru değildir. Bu faydanın ne direkt olanı ne endirekt olanı ne de başka bir şeklinden kesinlikle kaçınılması gerekmektedir. Kamu yöneticilerinin kamusal görevlere başladıkları zamandan görevden ayrıldıkları zaman arasındaki servet artışları çok dikkatli olarak denetlenmelidir. Buralarda gösterilen zafiyet hem kitleleri rahatsız eder hem de genç nesillerin reel hayat ile ahlaki normlar arasındaki ilişkiye bakışlarını zedeler ki bu da toplumsal ahlak açısından felaket bir durumdur.

Mesela şu örnek çok vahimdir. Türkiye’de 17 Ağustos depremi sonrası binaların depreme dayanıklılığı söz konusu olmuştur. Burada en sıkıntılı yerler maalesef kamu binaları olarak ortaya çıkmıştır. Kamu imkanları ile yapılan yerlerin özel olarak yapılan çok yerden daha az sağlam çıkması ülkemizdeki ahlaki seviye açısından üzerinden fazlaca durulması gerek bir durumdur.

Son olarak şöyle diyelim, Türkiye’de uzun yıllardır siyasetin kamu kaynaklarından ve maalesef çoğu zaman da kamu ihalelerinden finansa edildiği ileri sürülmektedir. Bu konu da üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir durumdur. İktidar sahipleri böyle bir olaya tevessül etmemeli, devlete veya yerel yönetimlere iş yapan iktidara yakın iş adamları da şayet kendilerine bu tip teklifler yapılırsa bunlara kesinlikle olumlu cevap vermemelidir. Bu iki taraf için de hissedar olacakları bir kamusal hak gaspıdır. Bunun hesabını her iki kesim de Allah indinde bir gün vermek durumunda kalacaklarını bilmek durumundadır.

Bu işler her dönemde yapılıyor, şimdi bizim dönemimiz, artık biz de yapmalı ve elde edilen kazançları faydalı yollarda değerlendirmeliyiz gibi yanlış bir gerekçe ile bu işlere niyet eden olursa bu tip yanlış düşüncelere kesinlikle izin verilmemeli ve sağ duyulu insanlar bu tür muhtemel yanlışlıkları varsa engellemeye çalışmalıdır. Yoksa bu işin vebali hem yapana hem de bilip de engellemeyenlere yazılabilir, bundan kaçınmak gerekir.

Özetle iktidar olmak ve iktidara yakın olmak kıldan ince ve kılıçtan keskin bir durumdur. Bal tutan parmağını yalamalıdır tarzındaki yanlış saplantılara aldanmamalı, bal tutanlar bal tutan ellerini değil yalamak, ondan damlasını bile ne kendilerine ne de yakın çevrelerine bulaştırmadan hemen balın şişesine geri koyacakları bir hassasiyet içinde olmalıdır. Yoksa o ballar maazallah insanlara zehir olur. Ayrıca oluşacak yanlış teamüller sonraki nesillerin de yanlışı doğru gibi algılamalarına sebep oluverir ki bu daha büyük bir tehlikedir.

  1. Türkiye Cumhuriyeti tarihini göz önünde bulundurduğumuzda kuruluştan itibaren ülkenin Müslüman kesimlerine yönelik uygulanan dışlamacı ve baskıcı politikalar bir gerçek. Bilhassa, yine aynı eserinizde, 28 Şubat sürecinde yaşanılanları aktardığınız bölümlerde bunu çok daha iyi görebilmekteyiz. Söz konusu baskı ve dışlamaların, en azından bugünden baktığımızda, liberal politikalarla birlikte ortadan kalktığını söylemek mümkün görünmekte. Sizce de durum böyle midir? Böylesi uygulamaların Müslümanlar açısından ne tür kazanımları ve götürüleri olmuştur?

Ülkemizde halkın İslam Dini ile ilişkisi yüzyıllardır devam eden bir durumdur. Yüzde olarak büyük bir bölümü İslam’ı kabul etmiş insanlarımız, hayata dair uygulamalarında bu dine bağlı olmaya gayret etmişler ve ortaya koydukları eserlerde de bunu açıkça göstermişlerdir. Bu sayede her alanda izler bırakmışlar ve bu izler İslam medeniyetinin bu topraklara ait bir türü olarak tarihte yer etmiştir. Tanzimat ile başlayan ve Cumhuriyet ile hızlanan Batılılaşma dalgası halkın farklı bir istikamete doğru yönelmesine yol açmış ve bu yöneliş bir dönem bir hayli keskin bir çizgi takip etmiştir. Fakat bu dönemlerde bile İslam dininin toplum içindeki merkezi konumu devam etmiştir. Türkiye’yi yönetenler İslam dini ve Müslümanları her daim ciddi olarak hesaba katmak zorunda kalmışlardır.

1950 sonrası kısa süren bazı dönemler hariç genelde sağ diye tarif edebileceğimiz muhafazakâr yönetimler iktidarda olmuş onlar da temel dini değerlere daha saygılı bir tutum içinde bulunmuşlardır. Bunları tabii, genel manada ifade ediyorum. Detaylara girdiğimizde bu konularda tartışılacak birçok nokta ortaya çıkabilir.     

12 Eylül 1980 askeri ihtilali sonrasında bile devleti yeniden restore etmeye çalışan askerler, yönetimi sivillere devrederken muhafazakâr aydın diye nitelenen bir kadronun siyesi iktidarda olmasına yol vermişlerdir. İran devriminin dünyada yeni bir dalga oluşturduğu şartlarda Türkiye’de İslam dini ile halkın ilişkisinin, belki de, itidalli bir düzeyde olmasına dikkat edilmiş, muhtemelen devrimin oluşturması muhtemel etkilerinin önlenmesine çalışılmıştır. Tüm bunlar İslam dini meselesinin daima gündemin en merkez noktasında bulunduğunu göstermesi bakımından önemli hususlardır.

28 Şubat dönemi diye anılan, sizin de sorunuzda beyan ettiğiniz, 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrasında gündeme gelen askeri baskıların hakim olduğu devrede, Türkiye’de dini öncelikleri olan bir partinin (MSP) iktidar (ortağı) olması (hatta lideri Necmettin Erbakan’ın Başbakan olması) üzerine bu eğilimlerden rahatsızlık duyan kesimlerin sisteme ciddi bir müdahalesi gerçekleşmiştir. Bu müdahale sert bir müdahale olarak nitelenebilir. Yönetim kadroları iktidardan uzaklaştırılmış, yeni kanunlar çıkarılmış, iş dünyasından, eğitime, kültürel alanlardan sosyal kurumlara kadar her alana müdahaleler yapılmıştır. Fakat tüm bu müdahalelere rağmen yine de İslam dini ile ilişkileri kuvvetli olan ama devlet yönetiminde itidalli bir yol sürdüreceklerini ifade eden Ak Parti kadroları 28 Şubat döneminden 4-5 yıl sonra yeniden iktidar olmuşlardır.

Bu tarzda bir dönem devam eden Ak Parti 2010’lardan sonra dini içerikli söylemini ve politikalarını biraz daha berrak hale getirmeye başlamıştır. Esasında halkın da önemli bir bölümünün talepleri bu şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır.

Burada önemli husus İslamiyet’in bu toprakların özünde var olan ve yüzyıllardır halk tarafından uygulanmaya çalışılan bir din olmasıdır. Kısmi müdahaleler onun tesirini bir dönem azaltıyor gibi görünse de zaman içinde hassasiyetler tekrar ortaya çıkmaktadır. Bu ülkede 80.000’in üzerinde cami ve mescitte her gün 5 vakit ezan okunmakta, namaz kılınmakta ve Müslümanlar bu şekilde dini vazifelerini belli bir düzeyde de olsa yerine getirmektedirler. Ayrıca bu ülkede 100.000’in üzerinde din görevlisi hizmet vermektedir. (Bu insanlar Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde hizmet etmektedirler)

Ülkemizde erkek halkın muhtemelen yarısından çoğu haftada bir Cuma namazına gitmekte, yine tahminen %75’i bayram namazı kılmaktadır. Bunlar ciddi oranlardır. Tabii, kandiller, dini geceler vs. sembolik gibi görünseler de bu ülke halkının İslam ile olan ilişkisini her daim sıcak tutan hususlardır.  Her yıl yaklaşık 400 binin üzerinde vefat eden insan İslami usullerle defnedilmekte, cenaze namazları kılınmakta ve Müslüman mezarlığına defnedilmektedir. Bu ritüeller de halkın din ile ilişkisini canlı tutmaktadır. Bunun gibi tarihten gelen çok sayıda ritüel de bu ilişkiyi kuvvetlendirici rol oynamaktadır.

Türkiye’nin bu gerçekleri halkın din ile ilişkisini ciddi oranda etkilemekte siyasi sahada da dinle hiç ilişkisi yokmuş gibi görünen partiler bile halkın bu hassasiyetlerini hesaba katmak durumunda kalmaktadırlar.

Özetle ifade etmek gerekirse tarihi süreçte Müslümanlar yönelik bazen sert ve yasaklayıcı yöntemler uygulanmaya çalışılmış bazen de yumuşak davranılıyor intibaı verilerek onların dini hassasiyetlerinin törpülenmesine çalışılmıştır. Sadece Türkiye’de değil dünyanın farklı yörelerindeki Müslümanlara da benzer yöntemler uygulanmış, halen de uygulanmaktadır. Modernizm ve sonrasında gelen postmodernizm dalgaları, tüketim kültürünün yaygınlaştırılması, hedonizm duygusunu arttırıcı çalışmaların uygulanması gibi yöntemlerle Müslümanların dünyevileştirilmeye doğru yönelmesi ve kendi sabitelerinden uzaklaştırılmaları yolunda ciddi gayret gösterilmektedir. Bu küresel kuşatmaya karşı Müslümanlara düşen ise kendi dini değerlerine imkân ölçüsünde bağlı kalmaya çalışmak, hangi şart altında bulunurlarsa bulunsunlar dini hassasiyetlerini kaybetmemek olmalıdır. Bu hedefe yönelik olarak sürekli yeni yollar ve açılımlar bulabilmek de Müslümanları üzerinde durmaları gereken önemli bir noktadır.